3 Haziran 2017 Cumartesi

sam

şimdi nasıl anlatılır bilemiyorum ama bir kere baba olmuştum ben. ve aslında hiç büyümemişti kızım. hiç konuşamıyordu mesela. iki ayak üzerinde hiç yürüyemedi. ama gel gör ki nasıl anlatılır bilemiyorum.
süt dişleri çıktığında ellerimle içiriyordum sütünü ve avucuma düşen minik dişini alıp hafifçe kanayan diş etine bastırıyordum selpak mendili. gözlerini hiç benden ayırmıyordu. ne zaman korksa yanıma koşuyor; ne zaman oyun oynamak istese ellerini dizlerime koyarak gözlerimin içine bakıyordu. ne istediğini o kadar da güzel anlatıyordu ki; sözcüklere gerek yoktu. belki de bu yüzden hiç konuşmuyordu. çıkarabildiği tek heceyle bölüyordu gecenin sessizliğini... biz de susması için uyarıyorduk. ah ebeveynlik güdüleri... ne kadar da aptalmışız. oysa o, onun tek hecesiydi. tek sesiydi. tek sözüydü. tek diliydi konuşabildiği. neden susturmak istedik ki? fazla büyümenin de bazı utanılacak yanları vardı. her zaman olmuştu. büyükler hep anlatmıştı aslında ama bu dinleyerek değil, yaşanarak öğrenilen bir dersti. hep böyle olmamış mıydı zaten?
geziyorduk arada bir. şimdi neden daha çok gezmediğimizi düşünüyorum. ve canım daha da yanıyor. çünkü mantıklı bir cevap bulamıyorum. çiçekleri koklamayı çok severdi. ağaçların etrafında dört döner; çimenlerde yuvarlanırdı... susayacaksın, uyarılarımıza aldırmadan koşardı. iyi ki aldırmamış. en azından doya doya koştuğunu biliyorum bugün. avluda onu yakalamaya çalıştığım zamanları hatırlıyorum. en sonunda yalandan da olsa yakalayamayışıma kıyamaz, gelir kucağıma atlardı. kokumu içine çeker, başını göğsüme yaslardı. o derin bakışları, sürekli bir şeyler anlatır gözleriyle gözlerimin ta içine işler ama bir iki dakika sonra hiç o değilmiş gibi bir şeyler yemek isterdi.
pazar sabahları beni uyandırışını hatırlıyorum. annemin beni yalandan yastıkla dövüşünü gördüğünde çığlık çığlığa engel olmaya çalışmasını. dikkatlice etrafı dinler, en ufak bir kıpırtıda tetikteymiş gibi hemen kaynağına koşardı. asla boşa koştuğu olmadı. bir gün kuyruğuna basıp bir fareyi yakaladığında avazı çıktığı kadar bağırıp beni yanına çağırdığını ve önündeki fareyi gösterdiğini hatırlıyorum. yumuşacık yanaklarını okşayıp, başından öpmüştüm. en azından şimdi o anlara bunları sığdırabilmenin bir nebze avuntusunu yaşıyorum.
geriye dönüp baktığımda koca bir boşluk da görüyorum... oysa bir kere baba olmuştum ben... bir kızım olmuştu. onun da kızları olabilsin diye kısırlaştırmadık ama çiftleştirmedik de. gene saçma sapan ebeveyn güdüsü işte. oysa biz böyle bir karar verirken bunun yıllar sonraki yansımasını da asla öngöremeyecektik. ebeveyn cehaleti işte. kızım rahim iltihabı oldu. pyometra deniyor tıp dilinde. illet bir hastalık olduğunu tecrübe ederek gördük. iki hafta neredeyse hiçbir şey yemedi. veterinerler dışarıdan hiçbir belirtisi olmamasından dolayı farklı teşhislerde bulundular. en son anlaşıldı durum. acilen ameliyat dendi. kan alındı. testler yapıldı. kızım; o ameliyat masasından kalkamadı. önce komaya girdi. sonra minik bedeni daha fazlasını kaldıramadığından bir melek olup gitti.
9 yaşındaydı kızım. babam fenalık geçirmiş. torunu sonuçta. onun da kızı sayılır. annem feryat figan. el arabasının içine bir karton kutu içine koymuşlar şoku atlatıp yavaş yavaş gerçeği kabullenmeye başlayınca... ufacık bir mezar kazmışlar; şehir mezarlığının yanına. altına karton serip, üstüne gazete örtmüşler. toprakla kapamışlar. bir gece önce yuvasından zorla çıkarıp, kaşık kaşık süt içirdiğim kızım, şimdi buz gibi toprağın altında... oysa o ışıl ışıl gözleri daha neler görecekti... daha koklayacak çok çiçek vardı kızım... daha görecek çok yer, koşulacak çok yamaç, beraber izleyeceğimiz havai fişekler...
şimdi hayat yine normale dönecek. ölüm haberini aldığım an bile normale döndü hemen. işi bırakıp da gidemiyoruum. müşteriye güler yüz gösteriyorum. ama içim... insanoğlu da böyle bir orospu çocuğu işte. kapitalizm de böyle bir illet. acını dahi yaşatmıyor. işin en sinir bozucu tarafı da gerçekten hayatın gene normal akışına devam edecek oluşu. 9 yıl önce kızım hiç dünyada yokkenki gibi. sanki hiç var olmamış gibi. yaşamın ilüzyon tarafı da bi yerde bu sanırım. bir sinema filmi gibi bir şey. izliyorsun ve bitiyor. filmden sahneleri ne kadar hatırlasan da bitti film. hayatın sinemadan da farkı bu. tekrarı yok. ikinci bir seansı yok. tek seans. tek film. o an'a ne sığdırdın, filmden ne aldın, o kârın... gerisi laf-ı güzaf... şimdi daha iyi anlıyorum. hatta en iyi ben anlıyorum ama anlatabileceğim bir kızım yok... başını okşayabileceğim bir kızım... oysa bir kere baba olmuştum ben...
inan hiç sus demeyeceğim sana... hiç dur demeyeceğim. hiç kesmeyeceğim hevesini... çıkıp gelsen şöyle bir... keşke daha az keşke biriktirseydim.  9 yıl boyunca kızım, evladım, dostum, arkadaşım, kardeşim oldun... bana babalık duygusunu, abilik hissiyatını tattırdığın için, herşey için binlerce, milyonlarca teşekkürler...
hoşçakal güzel kızım...
seni çok seviyorum...

10 Nisan 2017 Pazartesi

bazı şeyler

insan bazı şeyleri hiç bilemiyor. o bazı şeyler nasıl oluyor, ne zaman oluyor hiç belli olmuyor... bilemiyorsun ki bir çift yeşil gözün hayatının ortasına gelip yerleşeceğini...
nasıl oldu, ne ara oldu hiç bilemeyeceğim şekilde vuruldum bir çift yeşil göze... ben vurulduğum anda o bir çift gözün bundan haberi bile yoktu. bu yüzden ne yaranın boyutunu ne de kanamanın şiddetini bilemezdi. nitekim bilemedi de. türlü alicengiz oyunları çevirdikten sonra bir şekilde birebir havadan, sudan, filmden, kitaptan, oyundan vs. muhabbet açtım. o güzel gözlere, güzel sözler de ekleniyordu. ben ise delik deşik oluyordum. her yara yerimden kan değil sevda sızıyordu. can vermiyordum; aksine canlanıyordum. ama bu öyle bir şeydi ki, içimde bir korku da büyütüyordum. günler günleri kovaladı. ben rehberdeki ismini "yârim" diye değiştireli bir haftayı geçiyordu. oysa o güzel bir çift göz her şeyi görmüştü de bunu göremiyordu. ne bilsindi deli divane bir adamın etrafında pervane olduğunu... kendi sonuna aşık bir pervane böceği gibi içimde bir tedirginlikle ama aynı zamanda bastıramadığım bir ihtiras, şevk ve aşkla dönüyordum etrafında. birgün kendi sevdamla içmeden sarhoş olup cesarete geldim. yapabildiğim en iyi şeyi teklif ettim: beraber sonu olmayan bir hikaye yazalım mı?
hayatımda bu kadar sevindiğim başka bir cevap olmadığına adım kadar eminim. pervane böceği ateşiyle kavuşmuş; o güzel gözler karşısında beni görmeyi kabul etmiş, bir anda fani ömrüm anlam bulmuş, bir anda muhammed'den sonra son buldu denen mucizeler yeniden gerçek olmuştu... yıl 2017'ydi ve ben peygamber değildim. olsundu. mucize sadece peygamberlere has değildi ya..
her insan biraz yalnızlıktan korkar, sonra alışır, sonra kanıksar, sonra özümser, sonra onunla bir olur. kendi kendine yetebilmeyi öğrenir bir yerden sonra. bir bakmışsın ekmeğini kendin alıyorsun, çorbanı kendin kaynatıyorsun, çamaşırını kendin yıkıyor, bulaşığını kendin diziyorsun. kendin boyuyorsun evinin duvarlarını ve kendin pişiriyorsun pek beceremediğin orta şekerli türk kahvesini. bir yerden sonra kendine katlanmayı dahi öğreniyorsun. tam böyle olmasa da buna yakın bir hâldeyken hayat bir kere daha "hasiktir lan" demişti. alnımın orta yerine çat çat çakmıştı o gözleri. al, demişti; al işte, tüm aforizmalarını yerle bir ediyorum.
ben daha ne olduğunu bile anlamadan oluk oluk sevda akmaya başlamıştı bile damarlarımdan ve kendi sevdamda boğulmak üzereydim. yârim'e elimi uzattım; beni bu dalgalardan biraz olsun çekip kurtarması, fırtınamdan alıp sakin koylarında koruması için... ama öyle bir dev cüssem var ki, ben yârim'i bu sevda dalgalarının arasına çektim. beraberce çırpındık, tadını çıkardık. ölürsek de bundan ölelim be, deyip daldık derinlerine. öyle ki dalgaların kaynağı vurulduğum yerler, beni vuransa yârim'deki güzel gözler, tatlı sözler... belki de hakettiğini buluyordu. sebep olduğu sel, şimdi de onu alıp götürüyordu... beraberce yuvarlandık, ağzımıza, burnumuza, ciğerimize doluyordu sevda. yuttukça sarhoş oluyor, sarhoş oldukça kontrolümüzü kaybediyor, kaybettikçe daha derinlere dalıyor, daha derinlere daldıkça gene ağzımıza, burnumuza, ciğerimize sevda doluyordu.  ve biz gene yutuyorduk. böyle bir kısır döngünün ortasında bir müddet kaldıktan sonra dalgalar biraz olsun duruldu. sakinledik. sırt üstü uzanıp, gökyüzünü seyrettik; gölgemiz derinlere düşerken... sevdamızın suladığı kurak topraklarım bir bir çiçek açıyordu. binbir türlü bitki filizleniyordu; kelebekler uçuşuyordu çalılardan geçilecek yol olmayan gönül vadimde. tabiatım canlanıyor, yıllara dolanıp duran tedavisiz bir hastalığım olan varoluş sızım hafifliyordu. hayatım anlamlanıyordu.
bir anda gelip göğümü aydınlatan bir çift yeşil göz güneşim; o gözlerin sahibi ise ruh eşim, gönlümün sahibi, sevdam, gözümün nuru, başımın tacı, dertlerimin dermanı, sızılarımın ilacı, kışıma bahar, korkularıma huzur, canıma canan, solyanım, gönül bahçemin tek ve nadide gülü, kulaklarımda en güzel şarkı, söylenmiş ve söylenecek en güzel şiir, hüznüme neşe, kahrıma lütuf, ezelim, ebedim,  dostum, öğretmenim, hayalim, gerçeğim, umudum, sevdam, aşkım, yârim, sevdiğim, herşeyim oldu...
bazı anlar vardır ya; bazı şeyler hani: ben bunun için mi doğmuşum lan acaba? dediğin. ilk defa böyle bir şey hissediyorum. ilk defa böyle bir heyecan kaplıyor içimi. valla seninkini bilemem. herkesin sevdası en büyüktür. ama benimki daha büyük gibi lan. o güzel gözler artık bana bakıyor. :)

bir insan daha ne isteyebilirdi ki... belki arada mesafeler vardı; ama kader de cilveliydi hani. o kadar olacaktı. olsundu.

şimdi güzel bir hikaye yazıyoruz.

kalemimiz döndüğünce, ömrümüz yettiğince...

29 Eylül 2016 Perşembe

ben robot değilim

geçen farkettim. çoğu internet sitesi güvenlik doğrulaması olarak "ben robot değilim" kutucuğunu kullanıyor. o kadar çok yerde tıklıyoruz ki, en çok söylediğimiz yalan haline geliveriyor. üzerine biraz düşününce ne kadar yalancı, ne kadar aksi, ne kadar nalet bir insan olduğumuzu daha iyi anlıyorsun. hayatımı irdeledim. bir alışveriş merkezinin müdürüyüm şuan. evet moruk, buraya yazdığım onca iç hesaplaşma, onca intihara göz kırpan not, onca kavga dövüş, onca yakınma, onca nefret, onca umutsuzluk yazısından sonra geldiğim nokta bu. sabah kalkıyorum, traşımı oluyorum, takımı çektikten sonra evden çıkıp, en yakın fırından beyaz yaka kahvaltısını alıyorum ve işe geçiyorum. ilk yaptığım iş ne biliyor musun? twitch'i açmak. keyifli bulduğum bir iki oyun videosuna gün boyu oynayamayacak olmanın verdiği hüzün ile bakmak... ardından geekyapar'a dalıp eski içerikleri dahil bilmem kaçıncı kez dc comics ve blizzard ile ilgili içerikleri okumak. megablizzfan'ı olmanın yanında hep marvel'e karşı dc comics'in en fanatik savunucusu olmuşumdur. ben sevdim mi fanatizmle seviyorum moruk. reel hayatta böyle değilim ama sanal dünyalar için böyle. horde bayrağını kurdumun kıçında dalgalandırmak için kaç alliance'ın kanını döktüğümü ben bile hatırlamıyorum. eli kanlı bir inek olmaktan mutlu muyum bunu da bilmiyorum ama karakterim damage yediğinde benim de canım yanıyor. o koca poposunu kaldıramayıp kaçamadığında ben de üzülüyorum ama napiyim? ben böyleyim. çünkü kendimi böyle var ediyorum. hazzım bu. zevkim bu.
ben robot değilim, derken yalan söylüyorum. çünkü ben oyunlarla, çizgi-romanlarla, filmlerle, mizahla, karikatürle uğraşmak istiyorum. bunlar işim olsun istiyorum. arada kendimi gazlıyorum, ulan 2 dergiye yazı-çizi gönder diye. sonra siktir et diyorum. gönderip de nolucak moruk? bunlara o kadar çok bağlıyım ki kopup da iş dünyasına giriş yapmaya çekiniyorum. o fantastik dünyalar gerçek dünyadan daha çok çekiyor beni. ortaçağda bir şovalye, gelecekte metal zırhlarla kaplı bir samurai, ortadünya'da bir elf frost mage, renkli sayfalarda bir konuşma balonunun altındaki karizmatik yan karakter olmak istiyorum sürekli. büyüyemedim amk bi. yaşıtlarımın 3. çocukları oldu. ilk çocuklarını takdir getirmedikleri için bisiklet almıyorlar. çevrem acayip değişiyor moruk. adamlarla muhabbet ediyorum. para yetmiyor, çocukların okul masrafı, ev kirası diyorum. ya diyorum, siktir git amk. benle muhatap olma bundan sonra. böyle dertleri olan adam mı olur amk ya? steam'deki indirimi dert edinen adam olur. ucuz overwatch kovalayan adam olur. ne bileyim witcher 3 türkçe oldu diye sevinen adam olur benim bildiğim ama konu şu ki ben hiçbir şey bilmiyormuşum. bilmemeyi yeğlerim. hangi bez daha ucuz, hangi mama kemik gelişimine yararlı, altının gramı kaç para olmuş, engin'ler bize ne takmıştı vs. bilmemeyi yeğlerim.
ne diyordum, böyle geek tarafımı tatmin eden birkaç şeyle vaktimi harcadıktan sonra, firmalarla, insanlarla, üst yöneticilerle ve saçma salak whatsapp ve mail gruplarıyla boğuşmaya başlıyorum. taa ki akşam olana kadar. kendimi eve öyle bir hışımla atıyorum ki gören önlerinden tracer geçti zanneder. hemen pc'mi açıyorum. fantastik dünyalara dalabildiğim en kısa yoldan dalıyorum. günlük hayatı da mmorpg'ye dönüştürmeye çalışıyorum. quest'lerden reward bekliyorum ama hiçbir şey gelmeyince de loot bug'dır deyip kendime bir kahve yapıyorum. self-reward. kötünün iyisi. aslında kötünün iyisi yok moruk. kötünün az kötüsü var, çok kötüsü var ama iyisi yok. çalışıyorum, kazanıyorum, her ay yeni bir oyun alıyorum. çizgi-romanları takip ediyorum ama bütün bunları kendi özel hayatıma ayırabildiğim birkaç saat içine sığdırıyorum. ertesi gün aynı terane. toplumda bu döngüden mutlu olan zerre adam yok. yolda giderken insanların yüzlerine bak. kaçının hayatında mutlu olduğuna dikkat et. o kadar az ki, göz ardı bile edebileceğin bir yüzde gibi. yüzden okunuyor hayatlar.
şimdi o kutucuğu işaretlerken kendini yalancı, aski, nalet hissetmiyor musun?
valla ben tam bir götmüşüm gibi hissediyorum.

22 Mayıs 2016 Pazar

sessiz ekran

hayırlı işler halil abi, nasıl gidiyo satışlar? senin gibi. o nasıl oluyo? güzel yani... saat akşam 10 suları. yolu kısaltmak için hastahane bahçesinden geçerken ford transit marka aracının kasasına doldurduğu karpuzları hasta yakınlarına ve bilimum gelip geçenlere ve hatta doktorlar ve hastahane çalışanlarına satmaya çalışan 50lerindeki kır saçlı hafif göbekli bir bey amca yanına yaklaşan ve kendisine abi diye hitap eden orta yaşlı bir kadınla girmişti bu diyaloga. çok barzo bir sarkma mıydı? yoksa eskilerden kalan oldukça naif bir iltifat mıydı ayırt edemedim. yanlarından usulca geçtikten sonra hastahane bahçesindeki masaların arasından bir masa dikkatimi çekti. masada önlerinde yarım iki bardak çay duran iki adam vardı. masa bahçedeydi. fakat onlar hastane kantinin içindeki televizyonu izliyorlardı camın ardından. televizyonda star tv açıktı ve ne olduğunu bilmediğim bir dizi vardı. televizyona dikkat kesilen masalarında muhabbetin bitmiş olduğu aşikar olan birkaç masa daha gördüm. adamlar, kadınlar, çocuklar ifadesiz yüzlerle hastahane kantinindeki televizyona bakıyorlardı. üstelik hepsi bahçedeki masalardaydılar. televizyonun sesi dışarıya hiç gelmiyordu. hepsi sessiz ekranda oynayan görüntülere ifadesiz ve durgun suratlarla kilitlenmişlerdi. bir kadının eteğini çekiştiren küçük bir kız çocuğu su istiyordu. çay bardağının bedenine çarpan kaşık sesleri karışıyordu bahçenin durgun havasına. bir müddet kalmak istedim. oturdum uzak bir masaya. kantin self servisti. sipariş soran olmadı, ben de gidip almadım. o an hastahane konusundaki en hüzünlü sahnelerden birine baktığımı anladım. hepsi bekliyordu. belki serviste yatan hastaları vardı, belki ameliyatta bir yakınları, belki refâkatçıydılar, belki kötü bir haber alıp oraya gelen uzak akrabalar, belki de sadece diğer akrabalara ayıp olmasın diye orada bulunanlar... hiçbir gözde umuttan eser yoktu. içeride, ameliyatta bir yakınım varken nasıl uzaktan sesini bile duymadığım star tv'deki diziyi izleyebileceğimi hayal etmeye çalıştım. belki de kötü haberi bekliyorlardı. doktor "hazırlanın" demişti. hazırlanın. böyle derlerdi. bu acıya hazırlanın demek değildi. kefenini, hocasını, mezar tahtalarını vs. ayarlayın demekti.  masrafını bölüşün; mirasını paylaşın demekti. böyle söyleseler bile gelip burada sessiz ekranı izler miydi bir insan? izlerdi. bunu yaklaşık 10 dk.sonra anladım. içeriden 20li yaşlarda bir kız çocuğu koşarak geldi. bahçedeki bir masaya yaklaştı. ellerini telaşlı bir şekilde masaya vurduktan sonra masadaki 3 kişi birden kalkıp hastahane binasına doğru koştu. koşanlardan biri kadındı. bir iki dakika sonra geri koşarak geldi. çocuğunu unutmuştu. bahçede koşa koşa çocuğunu arayıp bulduktan sonra eşarbının ucuyla gözerini silerek hızlı adımlarla tekrar hastahane binasına yöneldi. dizi reklama girdi. televizyona bakanlardan kimse istifini bozmadı. boş ekrandaki calgon reklamını izlemeye devam ettiler. kimse aslında tewlevizyonla ilgilenmiyordu. masalarda dönen dertli muhabbetlerden bir kaçıştı o sessiz ekran. derdi herkes biliyordu oysa. üzerine daha fazla konuşmaya ne gerek vardı? ama konuşmayınca da hiç azalmıyordu meret. en azından söyledikçe içerde kalmıyordu duygular. masada takılı kalıyordu. sessiz ekrana dalan kulaklara teğet geçip boşluğa dağılıyordu. aynı boşluğa karışıyordu sigara dumanları. şifa dağıtılan bir binanın bahçesinde yavaşça, hissettirmeden intihar ediyordu insanlar. gözleri sessiz ekrana takılı; aklı durgun, bedeni yorgun...

22 Nisan 2016 Cuma

eski harleyci ünsal abi

salı günü annemin cumartesi'den boyanmak üzere bıraktığı deri montunu teslim almaya gittim ünsal abi'nin yanına. artık ünsal abi diyorum, çünkü 2 saat muhabbet ettik. çay içtik. deri cilaladık. ünsal abi 50lerinde bi adam. ufak bir dükkanı var. her yerde deri boyasının keskin kokusu. cilanın geniz yakan havası... bir de asılı, serili deri montlar, deri yelekler... fakat girdiğimde dikkatimi ilk çeken şey; ünsal abi'nin dikiş makinası olarak da kullandığı masanın arkasındaki duvarda asılı olan harley kullanan bir adam ve soyut olarak at süren bir kovboy figürünün işlendiği duvar halısı oldu. karşısındaki ufak taburelerden birine oturdum. dükkanı inceliyorum. farketti ama ses etmedi. duvarlarda 80li yılların ispanyol paçasıyla, kabarık saçlı hatunu motorun arkasına atmış gencin bulunduğu karpostallar var.  bi yerde şevrolet 56 olduğunu tahmin ettiğim bir aracın içinden çekilmiş sepya bir fotoğrafını gördüm ünsal abi'nin. yanında 2 genç kızın mezuniyet fotoları ve bir de enfes bir foto daha: evlilik fotoğrafı. biraz sonra masaya geldi. elindeki düğmeyi annemin montuna dikmeye başladı. cilalarken koparmış. birden sanki çoktandır tanışıyormuşuz gibi lafa girdi: biz de yorulduk tabi neticede. yıllar geçti, dedi. efendim abi? yıllar geçti diyorum; bu karpostaldakiler gibi bi motorum vardı benim de. harley. turlara giderdik. hızlı zamanlarımızdı. haytaydık. arkadaki duvar halısına iliştirdiği iğnelerden birini aldı. makinaya taktı. 6 kişiydik, diye devam etti. kafa nereye, biz oraya. bi akşam yunanistan'a gidelim mi dedik, 3 gün sonra yunanistan'dayız mesela. motorla tepmediğimiz yol kalmadı. deri işi oradan mı geliyor abi? hem ordan, hem değil. nasıl yani abi? bi gün çanakkale'den izmir'e dönerken kaza yaptım. motor bi yana, ben bi yana. motor haşat oldu. benim de sağ bacak kırıldı. o zamanlar deri ceket falan takılıyoruz. mototorcuyuz ya. üniforma gibi bişi amınakoyim. gerçi hep öyle, şimdi bile. benim de yengenin hediyesi bi mont vardı üstümde. o kazada parçalandı bi kaç yerden. neyse bacak alçıda ama düşündüğüm o değil. ceketi yaptırmam lazım. yengen de motorcu. bazen atardım arkaya, beraber turlardık. anası babası salmıyor tura. derken, izmir'de bi deri mont satan abimiz vardı. ona dedim böyle böyle diye. kemeraltı'nda bir ustayı tarif etti. gittim. abi napabiliriz buna, dedim. hallederiz, dedi. parçalanan yerleri yamadı. yama izi görünmesin diye de üstüne motorcu işlemelerinden dikiverdi. eskisinden daha canti oldu. usta dedim, benim ayak sakat. yola gidemem. iş tutamam. ben yanında durayım. bu işi öğret bana. biraz düşündü. haftalıkta anlaştık. ertesi gün başladım. ta o zamandan beri yaparım. evlilik fotoğrafını gösterdim. abla bu muydu abi, dedim. gülümsedi. evet, dedi. çok gençtik o zamanlar. fotoğraflar bile eskidi. insan nasıl eskimesin. gözleri nemlendi. gizlemeye çalışmadı. bu 2 teker eroin gibi bi illet, dedi. bağlandın mı yarra yedin. bi kaza bana bu mesleği kazandırdı. bir diğeri ise onu kaybettirdi, dedi. sorduğuma pişman oldum. başın saolsun abi, dedim. saol dercesine başını salladı. ondan geriye kalan 2 güzel emanet var bana. biri liseyi yeni bitirdi. geçen sene kazanamadı. bu yıl bi daha hazırlanıyor. mimarlık istiyor. diğeri de eskişehir'de makina mühendisliği okuyor. 3. sınıf. bunları söylerken kızlarının fotoğrafını işaret ediyordu. iç çekti. evlendikten sonra tur için anasından babasından izin almaya gerek yoktu artık. gerçi hala gönülsüzlerdi ya, neyse. afyon'a gidicez. çocukları anneme bırakıp yola çıktık. deri montları da çektik üstümüze. gidiyoruz. kasım gibiydi. ama daha soğuklar çok değil. gece vakti girdik afyon'a. s.ktiğimin memleketinde de bir sis oluyor; göz gözü görmüyor. biz bi an önce motel falan bulmak için basıyoruz. tam ilerde ışıklı bi yer gördük derken, önümüzde aniden bir araç beliriverdi. sonrası bende yok zaten. o mu hatalı solladı, biz mi şeritten çıktık bilmiyorum. o bi yana fırladı, ben bir yana. ben yoldan çıkmışım, yolun sağ tarafına fırlamışım, ot mot var birsürü. o da asfalta fırlamış. başka bi araba daha çarpmış. çarpan adam insaflı çıkmış da durmuş. ambulans falan derken gözü hastanede açtım. lan bizimkiler geldi. kaynana kayınpeder yok bizim. soruyorum; ameliyatta, soruyorum durumu iyiymiş. en sonunda s.kerim lan dedim. durumu iyi olsa gelir beni kontrol ederlerdi amk, dedim. hastaneyi birbirine kattım. sonra öğrendim öldüğünü. kayınpeder de benim yüzümden öldü diye beni öldüreceğine dair yemin etmiş. yanıma gelmemiş. lan amcık! benim canımdan can gitmiş, adamın derdine bak. canım nasıl yanıyor anlatamam. bir süre sustu. sonra; kendimi hiç affetmedim, dedi. y.rak vardı o ışıklara bakacak. bana bir iki dakika ver. içim bi kötü oldu. cebinden bi tekel 2001 çıkardı. yaktı.  dükkandan çıktı, gitti. 5 dakika sonra elinde 2 çayla geldi. ee sen neler yapıyosun genç adam, dedi. sanki hiçbişi anlatmamış gibi bi hal takınmıştı. içinin kan ağladığını biliyordum. bozmadım. var mı sende de motor merakı? yok be abi, dedim. biz daha bi deri monta bakamıyoruz. motor bizi aşar. boşver dedi. verdiği bi bok yok. aldığı çok. hem paran gidiyor, -duraksadı- hem canın yanıyor. bundan sonra havadan sudan konuştuk. beşiktaşlıymış. futbol muhabbetine falan girdik. 2şer bardak daha çay içtik ve ayrıldım ünsal abi'den. gözleri en önde asılı duran bir motorcu montuna takılmıştı. kolay gelsin abi, dedim. gözlerini monttan ayırmadan, başını çevirmeden saol, dedi.

3 Ocak 2016 Pazar

yılbaşı

yılbaşılardan oldum olası haz etmemişimdir. alelade bir gün için sanki çok özelmiş gibi yapay hazırlıklar yapmak ve mutluluk maskesi altına saklanmak bana pek uygun gelmiyor. ha yeni yıl geldi diye gerçekten sevinenler vardır; ona da saygı duyarım. bi insan ölüme biraz daha yaklaştığı, 1 yıl daha yaşlandığı için huni şapkalı, havai fişekli kutlama yapar mı lan? yapıyor amk. hem de hiç anlamadığım dillerde yapıyor.
beni biliyosunuz a dostlar. pırıl pırıl fakirim. ultra, über, mega fakirim. ha sen de işi gücü bırakıp bunu okuduğun için sen de zengin sayılmazsın. fakirliğin getirdiği bir kültür fukaralığı da var. bunu çok iyi anladım yandaki ilanla. bu ilan bir yılbaşı programı. eskiden olsa david'in köleleri olacak olan mekan adı david's people. ve bu programı size 160 tl'ye iteliyor, şey pardon sunuyor. ben de ulan en azından instagram'a iki pozumuz olur, elit görünürüz, sınıf atlarız vs. kafasıyla sağda solda etkinlik bakarken rastladım. gideceğimden de değil aslında. millet nerelere para döküp, bi sik alamıyor'u merak ettim. bu ilana denk geldim. abi şuna gitsem, ne yiyeceğimi bilmiyorum amk ya.
olm google'a yemek sorulur mu lan? şu listeye bak abi. bu ne? greek kabak? pirinç pikate? yunan kabağı mı lan, ne bu? pikate ne? ya normant? japon tornası? sanayiden mi geliyo yemek? morney sos, domates coulis... taco alaçatı, şey alachanga. çikolatalı mousse. adamlar fareyi çikolataya bulayıp getirse, abi 160 bayılmışım der, kuyruğundan tutar indirim mideye. mousse ne lan? ne yiyeceğimi az çok kestirebildiğim bi sıcak şarap + sucuk partisi var abi. ötesi yok. insanın yüzüne fakirliğini osmanlı tokadı gibi sağdan soldan çakarak ağız burun bırakmayan bir ilan olmuş. allah belanı versin ümit.

baktım diğerleri de buna uzak değil. evde elitliğe adım atayım dedim moruk. günah dolu bir gece geçirdim. aldım şişeyi elime. parmaklarımı yavaşça vücudunda gezdirdim. yavaş yavaş yukarılara çıktım. hisettirmeden kapağa kadar geldim. hafif bir dokunuşla sola doğru çevirdim. içindekileri dökmeye hazırlandı. ama ondan önce güvende olduğunu hissettirmeliydim. dudaklarımı yaklaştırdım. hafif aralık ağzından çıkan havayı hissedebiliyordum. kokusunu duyabiliyordum. gözlerimi kapattım ve dudaklarımı şişeye bastırdım. şiveps mandalina'yı kafaya dikip 2 büyük yudum aldım. böylece bu yılbaşında fakirliğin flaması, arması, sembolü, her şeyi mandalina yerine şiveps mandalina'yı tercih ederek elitlikte ilk adımımı atmış oldum. annemin hazırlığı da güne uygundu. annem de limon dilimleriyle tatlandırılmış kırmızı mercimek çorbası, sarımsaklı yoğurtla servis edilen zeytinyağı ile terbiye edilmiş karışık kızartma ve çikolatalı puding hazırlamış. gecenin sonunda da sıcak çay eşliğinde patlamış mısır partisi vardı.

bir de evdeki yılbaşılar da eskisi gibi olmuyor. eskiden sanatçılar ulaşılabilir değildi. millet canlı canlı yapılan programları izlerdi. coşku vardı amk. şimdi her biri otel köşelerinde, tv'lerde bant yayınlar vs. bir de abi millet sanatçı dediği insanların bi bok olmadığını anladı. senin benim gibi, hatta daha gerizekalı olanları çoğunlukta olduğun teyit etti. olm adama twitter'dan sövebiliyosun yaa. böyle bi imkân var bugün. o da sana sövüyo. yıllardır trt ekranında ayıla bayıla izlediğin, ulaşılamaz yerlere koyduğun adamların kaavedeki salih amca'dan farkının olmadığını görüyosun şimdi. biliyosun bunu. e ne diye önemsiyim ki artık amk? bunun yerine twitter'da pek söveni olmadığı gibi seveni de çok olmayan "az ünlüler"e yöneldi halk. az ünlü diye bişi var amk. genelde yöresel kanallarda program yapıyo bunlar. adam bi anons geçiyor; türkiye'nin en önemli ozanlarından, 1300 eserin sahibi falan filan yeni eserlerini sizler için söylüyor!!! stüdyo dahil, tv'de adamı tanıyan sayısı programın sunucusunu da katarak 10 kişiyi geçmez amk. ama adam gelip söylüyor. değişik yöre kanallarında kadınların "hüleeeeeğ" modunda kükrediği, erkeklerin sürekli soğuk espriler yapıp güldükleri ve bilimum miktarda "kalbini çaldırdım; duymadın gibi. gönlüne mesaj attım; görmedin, he mi?" gibi imkansızı aşan sözler barındıran memleket havalarının çalındığı programlar yapan insanlar bunlar. baya bildiğin albüm çıkarıp, klip çekiyorlar. yeni albümlerini tanıtıyorlar. memleketin her iline sesleniyor; ilçelerine, beldelerine, köylerine kadar selam yolluyor ve sürekli bağırıyorlar. konserler verip, sevenleriyle buluşuyorlar. kafalar değişik olsa da bir şeyleri başarmışlar abi. az ünlüler ama ünlüler. genelinin kökeni pavyon yada gazino kültürüne dayanıyor. vakti zamanında az ünlüyken çok üne kavuşan mustafa keser ve ankaralı mahlaslı şarkıcılar vardı. şimdi yelpaze baya genişlemiş. çok değişik abi. yılbaşı akşamında da vardı bunlardan. bi müddet bunları izledik ailecek. hatta vatan tv'deki program açıktı yeni yıla girerken. vatan tv ne amk ya? oldu olacak çay tv falan olsun amk. bu ne olm? ben kilometrelerce uzakta niye yerel bi kanalı izliyim?

ertesi gün şu yukarıdaki ilandaki mekanın feysbuk sayfasında yayınlanan bir video gördüm. video o geceden bir kaç dakikayı kapsıyor. abi millet götdonduran soğuklarından kıç kadar mekana sıkış tepiş doluşmuş. baya bildiğin dolmuş gibi olmuş. dolmuş derken ulaşım aracı. ha mekan dolmamış mı, o da dolmuş. ama bu dolmuş başka dolmuş. içerde de canlı müzik yapan 2 eleman var. bunlar duman'dan senden daha güzel çalarken millet eğleniyor diyeceğimi sanıyorsan, yanılıyorsun. millet kös kös oturuyor abi. sucuğunu yiyor. sıcak şarabını içiyor. mal gibi bakıyor. masalara baktım, birbiri ile muhabbet edenler var mı diye. 1 masa da oğlan sevgilisi olduğunu tahmin ettiğim bir kızla konuşuyor. diğerleri walking dead amk. olm mutlu değilsiniz lan işte. 160'ı verip sucuğu yemişin ama mutlu değilsin kardeşim. sadece şanın yürüsün diye, statü meselesi gözüyle baktığın için, iki cüzdana bakan kaşar tavlayacağım diye, imaj uğruna öpülmüşsün o al yanaklarından. ama mutlu değilsin amk. gözlerinden okunuyor. mahkeme duvarı gibi suratından okunuyor. yarak gibi geçiyo yılbaşın. başına huni geçirsen, götüne havai fişek soksan gülmeyecek o yüzün. çünkü içi boş. için boş.

moruk, ne varsa gene fakirhanede var. çok ünlüler bantsa az ünlüde var. var ulan güzel şeyler hala. ailede var. eşte var. dostta var. arkadaşta var. muhabbette var. tombalada var. mandalinada var. kestanede var. sobada var. çayda var. ne varsa insanda var be olm. robotlaşmaya, kendini ürün haline getirmeye ne gerek var?

hepinize mutlu yıllar. bu arada mekke'nin fethi 11 ocak 630. çevrenizde böyle dalyaraklar varsa söyleyin, götten tarih uydurup yılbaşında vaaz vermesinler.

23 Ağustos 2015 Pazar

konteynır

1993 sonbaharı - izmir
saatler çalışmayı gösteriyordu. aslında tam olarak köleliğe işçilik geçiyordu saat. daha çok zaman vardı özgürlüğe. ah bir bilselerdi bu konteynırlarda ne dizeler dökülüyor yüreklerden. bilinmezdi. bilinemezdi. yevmiyemizi veren adam bile uğramazdı konteynıra. eşek bağlasan durmazdı ya... biz duruyorduk. durmak zorundaydık. kör boğaz durmuyordu. kader, öl diyordu ama bir türlü ölemiyorduk. nasıl oluyor da kimse bizi bu köle hücrelerinde bulamazken yaşamaya sebep bulabiliyorduk artık biliyorum. kalbimiz vardı, irademizi aşan; seviyorduk. hiçbir zaman tanışamayacağımız kızları seviyorduk. akşamları yorgun bedenlerimizi asıyorduk kapının arkasına ertesi gün yeniden giymek üzere. narin ruhumuz uzanıyordu yatağa. ve sevdiğimiz kızları anlatıyorduk akşamları vakit bulursak ve yorulmamışsa vücutlarımız, kordon boyu attığımız turlarda görebildiğimiz.
konuşmuyordu sami. paketinden bir dal daha çıkardı. sigarası gibi yanıyordu yüreği de. kendini tüketerek. yarın harç geliyormuş, dedim usulca. aldırmadı. zaten olacak olan olurdu. gözlerini kordon boyundaki gösterişsiz bir kafeye dikmişti. oradaki bir garson kızı seviyordu. kızın üniversiteli olduğunu öğrenmişti. tabi kızın sami'nin varlığından bile haberi yoktu. akşamüstüleri vakit bulduğumuzda gelirdik hep. soğuk betona oturup, sıcak koltuklara oturan yaşıtlarımıza hizmet eden o garson kızı izlerdi sami. ben ise sahil yolunu kullanan bir başka kızı seviyordum. kızın hakkında en ufak bir bilgim yoktu. bir ara elinde zülfü livaneli'nin diktatör ile palyaço kitabını görmüştüm. buradan sol görüşlü olduğuna, halkların eşitliğine inandığına, işçilerin haklarını savunduğuna ikna etmiştim kendimi. ne zaman geçeceğini hiç bilmiyordum. zaten ilk gördüğüm günden sonra sadece 2 kere daha görmüştüm. bir umuttu. belki geçerdi.
yaşadığımız yerde eşek bağlasan durmazdı ama gençtik. sami 23'ündeydi henüz. şiir yazardı. türkü söylerdi. güzel de söylerdi. ama kötü yazardı sami. pek anlamam şiirden ama kafiyesiz, ölçüsüz şeye nasıl şiir denirdi? aldırmazdı bana. annesi, sami küçükken vefat etmişti. babası ve bir kardeşi faili meçhule kurban gitmişti. 2 kardeşi daha vardı sami'nin. biri üniversite okumaya diye gitmiş, eskişehir'de öğrenci protestolarında içeri alınmıştı. diğeri ise amcasının yanında çalışıyordu. sami babasının, abisinin katillerini aramıştı bir zaman. aradıkça belaya bulanmış, belaya bulandıkça karanlık ellerin soğuğunu hisseder olmuştu. daha sorsa, o da ölecekti. işte o an kaybedecek hiçbir şeyinin olmadığını anlayıp izmir'e gelmişti. inşaatta tanıştık sami'yle.
sami, sigarasını söndürdü. izmaritini denize fırlattı. kız da sipariş getirmek için gözden kaybolmuştu. artık burada kalmayacağım, dedi. neden diye sormadım. kim bu hayata razı olurdu ki? nereye, diyebildim sadece. nereye gideceksin? istanbul'a. başka iş bakacağım. gerekirse taş taşırım. istemsizce güldüm. şuan farklı bişey yapıyoruz sanki, dedim. boş bir bakış attıktan sonra bir dal daha çıkardı paketinden. sen de gel, dedi. kaybedecek bir şeyi olmayan adamlar için çok kolaydı radikal kararlar almak. bakkaldan ekmek almak kadar kolaydı. nasıl olsa kaybedecek bir şeyleri olmazdı. daha kötüsü yoktu çünkü. dibi gören insanlar bunun radikal bir karar olduğunun farkına bile varmazlardı. gelemem, dedim. neden? borcum var patrona. ne borcu? borç aldığımı söylememiştim. yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmese de hesabımız ayrıydı. köyden haber geldi, dedim. dedem hastaymış. para lazımmış. ben de patrondan borç istedim. biraz para aldım. maaşımdan kesersin dedim. ben gelmek istesem de patron salmaz beni. boğazına tasma takılmış bir köpek gibi hissediyordum kendimi. ancak bu his bile biraz lükstü.
4 gün daha çalıştı sami. bir gün son kez çıktı konteynır'ın kapısından. sabaha karşı saat 3'te. bekçi işkillenmesin diye de yaktırmadı ışıkları. karanlıkta vedalaştık. gözlerimdeki yaşları görmedi. görseydi kesin şairane birkaç söz söyler, avutmaya çalışırdı. parasıyla kendine bir tshirt pantolon almıştı. onları giydi sami. yeni bir başlangıç olacağına inandırmıştı kendini.
3 yıl geçti. 6 inşaat bitti sami'nin ardından. ilk 6 ay mektuplaştık. sonra seyreldi. sonra tükendi. bu kez o radikal kararı ben aldım. sami dönmediğine göre rahata kavuşmuştu. belki kader bana da gülerdi. durumu kötü olsa gelmez miydi? gelirdi elbet. nereye gidecekti? her yere gidebilirdi...
gün ağarınca yola çıktım. yol bitmiyordu. sigara üstüne sigara yakıyor, hiç bilmediğim o devasa şehirde ne yapacağımı düşünüyordum. en son mektup adresinden başlayarak iz sürmeli, sami'yi bulmalıydı ilk iş. o yardım ederdi.
sordum, soruşturdum. bir hafta aradım sami'yi. en sonunda bir inşaatı tarif ettiler. gittim. akşam karanlığı çökmek üzereydi. gözlerim sami'yi arıyordu. sanki nerede bulacağımı biliyormuş gibi işçilerin kaldığı konteynıra baktım. oradaydı sami. beyaz bir atlet vardı üzerinde. kanını, terini katarak kazandığı ekmeği bölüyordu yemek için. sami? muzaffer! seni hangi rüzgar attı buraya? kalktığı gibi öyle sıkı sarılmıştı ki, yılların özlemini bir anda dindirmek istiyor gibiydi. aynı şekilde karşılık verdim. hiçbir şey konuşmadan cem karaca'dan söylemeye başladı: ben ekmeğimi böldüm de yedim, suyumu kazandım da içtim, diye. sofraya buyur etti. çalışmaya mı geldin, ziyarete mi? bilmiyorum, dedim. çalışmaya sanırım. hafızam canlanıyordu. izmir'den çıkışını hatırladım. bunun için mi gelmişti? bu muydu büyük umutlar? bir konteynırdan bir başkasına... gel, dedi karanlık çökünce. seni şehrin en güzel yerine götüreceğim. takıldım peşine. hem bir iki laflarız. harika olur. boğaz köprüsünün ortasına kadar geldik. bacaklarımızı uçsuz bucaksız gibi görünen marmara'ya doğru uzattık. ee muzaffer, ne var ne yok izmir'de? bıraktığın gibi. bıraktığın gibi olduğu için de ben de gelmeye karar verdim. iyi yaptın, iyi yaptın... gözleri çökmüştü. zayıflamıştı sami. saçlarında aklar bile belirmişti şimdiden. oysa daha 26 yaşındaydı. işten güçten, hayattan konuştuk. kafede çalışan kızı bile sordu. artık çalışmıyor orada. başka bi yerde de görmedim. okulu bitti heralde, dedim. gülümsedi. güzel kızdı ama, dedi. eli ekmek de tutuyordu üstelik. inşallah kısmeti de hayırlı olur. hava soğuktu. beton soğuktu. deniz soğuktu. şiir yazıyor musun hala?  en son istanbul'a gelirken yazdım. sonra bıraktım. belki de sen haklıydın. kafiyesiz, ölçüsüz... ne bileyim. ne yazdın? okuyim mi? oku, dedim. şiirlerini de özledim. gülümsedi. gökyüzüne baktı ve ''vedalarımız bile fiyakalı olmadı, çünkü biz yaşamak için çalışmak zorunda olan, fırsat olursa da araya gençliğini sıkıştıran çocuklardık.'' dedi. işte buna şiir derim, dedim. güldü. ayaklarımız üzerinde duruyorduk fakat yine de o en onulmaz boşluktaydık. tıpkı boşlukta sallanan ayaklarımız gibi. beton soğuk, hasta olucaz, hadi gidelim. yarın ben patronla konuşurum. işbaşı yaparsın. şehrin ışıklarını gösterdi. işte burası istanbul. istanbul'a hoşgeldin... şehrin ışıkları arasında hiçbir zaman görünmeyecek olan konteynırın ışığını hayal ettim. kimsenin umrunda değildik. kimse de bizim farkımızda değildi. sami'nin sırtına hafifçe vurdum. iyi ki varsın lan, dedim. ehehe eyvallah, sen de öyle, dedi. kalabalıkların arasında kaybolduk.

28 Nisan 2014 Pazartesi

yabancı

ailenin tek çocuğu olmak çok kötü bir şey: ölemiyorsun. ölemiyorum. hayatımda daha önce hiç istemediğim kadar ölmek istiyorum ama ölemiyorum. istesem de ölemem herhalde zaten, bilmiyorum. sırf arkada bırakacağım iki nefis insan ve bir sürü enfes dost ve bir de dünyalar tatlısı köpeğim olacağı için ölemiyorum. bir gün kendimi bu durumun acısını karşılayabilecek kadar güçlü hissedersem, sanırım o gün öleceğim.
neredeyse her şeye yabancılaştım. herkese; anneme, babama, kendime... aklımda en fazla dönen şey: biz de diğer tüm yaşamış ve ölmüş nesiller gibi öleceğiz. yani eninde sonunda öleceğiz. peki neden kasıyoruz? neden bir yerlere gelmeye çalışıyoruz? öleceğiz lan. ötesi yok ki. niye hayallerimizi gerçekleştiremiyoruz? bunun yerine bir makine gibi, bir yarış atı gibi (ki o atın da bunu istediğini hiç sanmıyorum) bir yerlere gelmeye çalışıyoruz? bu düşüncelerden yola çıkarak gittikçe anlamsızlaşıyorum. gittikçe bayağı gelmeye başlıyor her şey. cevabı olmayan, olsa da asla bulamayacağım sorular soruyorum. aynaya bakıyorum. traş olurken kestiğim yer bile dikkatimi çekmiyor. kendime sorduğum soru şu: kimsin sen? kimim ben, demiyorum. kimsin sen, diyorum. çünkü yansımamda bir sorun yok. yansımam bana soruyor o soruyu aynanın içinde bir yerlerden: kimsin sen? o kadar kısa ve o kadar dolu bir soru ki, cevap veremiyorum. aynanın karşısından çekip gidiyorum. annem, babam; dünyalar tatlısı iki nefis insan. bu kadınla, bu adamla bu evde ne yapıyorum? bu düşünceden nefret ediyorum. onları üzmeye hakkım yok. biliyorum. bu yüzden en neşeli ve en kendi sorunlarından sıyrılıp, memleketin durumuna üzülen, dayı oğlunun ev alınmasını isteyen nişanlısına kızan, anlatılan her şeye gülebilecek kadar neşeli halimi takınıp, salona öyle geçiyorum. hoş, salonda da çok durmuyorum. bir yerden sonra o beyhude çaba ömrünü tamamlıyor. yerini ifadesiz bir surat alıyor. sakalımla oynuyorum. saçımla. onlara bile yabancılaştım. ne lan bu kıllar, tüyler diyorum. kuş olarak doğmuş olsaydım, nasıl olurdu diye hayaller kuruyorum. hatta kalkıp google'dan ''kuşlar nasıl görür'' diye bile arattım. neden yaptım bilmiyorum. uçmak isterdim. ama uçamıyorum. ölmek istiyorum. ölemiyorum. bu istek o kadar dayanılmaz ve cazip ki. o kadar cezbedici ve tahrik edici bir etkisi var ki... bir an önce yok et kendini diyor içinden bir ses. hiçbir şey değişmeyecek. sensiz de bu dünya dönecek. herkes ama herkes annen ve baban dahil, bir iki yıl hatıralarını anıp, yine düğünlere gidecekler ve ayıp olmasın diye çeyrek altın takacaklar diyor. dostların yine iş bulacaklar ve gerçekten de mutlu bir hayata adım atacaklar. çok seven bir iki dostun oğlu olursa belki ikinci bir isim olarak senin adını verecek ama hepsi o kadar. daha fazlası değil. ve birkaç nesil sonra, seni hatırlayacak kimse kalmadığında sen de tamamen, atomlarına kadar yok olmuş olacaksın. kafamın içerisindeki dar koridorlarda o kadar yüksek desibellerde yankılanıyor ki bu düşünceler; kendi sesimi hiç duyamıyorum. kendi sesimi özledim; iç sesimi. ama bu hengamede cılız bir çığlık gibi kaybolup gidiyor. boğuluyorum. hiç istemediğim şeylere, hiç istemediğim zamanlarımda mecbur kılınıyorum. çünkü yaşamam için bu gerekli. çarklar acımasız. aralarında eziliyorum. un ufak oluyor kemiklerim. öfke kontrolümü sağlayamıyorum artık. anneme babama durduk yere kızıyorum. sakinleşmem için ellerinden geleni yapıyorlar. bunu yapmaya hakkım yok! külliyen zararım. bir iki haftadır eve tenha yollardan gidiyorum. belalı sokaklardan. bir iki psikopat herifin sinirini bozarım, belki de bok yoluna giderim diye. o da denk gelmiyor. en azından annem ve babamın kader diyebileceği bir son olsun istiyorum. trafik kazasını da düşündüm mesela. kendimi öldüremem gibime geliyor. kendime bazen acıyorum. bu yüzden öldüremem. hatta biraz da ölümden korkmuyor değilim. yani artık hayati fonksiyonlarını kaybetmek, bir daha asla kazanamayacak olmak nasıl bir şeydir bilmiyorum. korktuğum için kendi irademle bunu yapamam sanırım. bir ara ''kiralık katil yok mudur lan'', diye bile düşündüm. bir binadan da atlayamıyorum. yükseklik korkum var. gittikçe manyaklaşıyorum. ipten saptan bir adam oldum çıktım. halbuki ben hayalleri olan bir kaç çirkin adamdan biriydim. hayallerimi terk ediyorum bir bir. yada onlar beni bırakıp gidiyorlar. gri bir gökyüzünde gözden kayboluyorlar. hava geceye dönüyor yavaş yavaş. hayallerim hep düşünce balonları şeklinde hayal etmiştim. gün geceye döndükçe dilek feneri şeklinde hayal ediyorum. sönük yıldızlar gibi parlaklıkları azalıyor benden uzaklaştıkça. hayal kurmayalı çok oldu. oysa çok severim hayal kurmayı. başımı yastığa her koyduğumda uçarak bir şehrin silüetine karşı dolaştığımı hayal ederdim. üstelik gözüm açık yapardım bunu. şimdi tavana bakıyorum. sıvada küçük bir çatlak var. neredeyse çatlakla arkadaş olduk. ama konuşamıyor o da. onu da ben seslendiriyorum bazen. gittikçe deliriyorum. ne bir filmi tek seferde bitirebiliyorum, ne bir dizi izlerken sabredebiliyorum. porno film bile izlemiyorum artık. fizyolojik ihtiyaçlarımı bir kenara attım da diyebilirim. çok zorunlu olmadıkça karşılamıyorum. 16 kilo verdim. zayıflıyorum. borçlarım var. çalışmıyorum. ödeyemiyorum. yaşım geçiyor. babamın eline bakamam. paramı bile annemden alıyorum. ben böyle gördüm, usül nasıldır bilmiyorum. bi boka yaramıyorum yani. uzun yürüyüşlere çıkıyorum sık sık. eskisinden daha uzun ve daha yoğun sıklıkta yürüyorum. piyano içeren şarkılar dinliyorum. klasik müzik değil elbette. daha dinlendirici olanlardan bahsediyorum. en çok çalmak istediğim enstrüman sanırım piyano. öğrenmek için bir heves bile uyanmıyor içimde. aynadaki adam tekrar soruyor: nesin sen? bir günde neler yaptığımın bir önemi yok. çok da dikkat etmiyorum zaten. yaşayıp gidiyorum işte. bir bitkiden farkım kalmadığını düşünürken bitkinin en azından oksijen ürettiğini hatırlıyorum. bu bile bir artı. tükeniyorum. gittikçe suya temas ettirilen şeker gibi eriyorum. suyla bir bütün mü oluyorum, şekil mi değiştiriyorum, yoksa cidden yok mu oluyorum; bilmiyorum. tat alma duyumu kaybettim. hiçbir şeyden tat alamıyorum. içki içmeyi artırdım. bir avuntu sağlamıyor ama kafamın biraz güzelleşmesi sanki biraz özgür kılıyor beni. duvarların arasında sıkışıp kalmış hissediyorum. birilerine yansıtamıyorum. anlatamıyorum. çünkü bu yazı da dahil, hiçbir sözcük tam karşılığı değil bunun; yada tam karşılığı olan sözcükleri ben bilmiyorum.
ölmek istiyorum. hiç istemediğim kadar istiyorum. hayalleri olan çirkin bir adamken, hayalleri ölen çirkin bir adama dönüşüm bu olsa gerek. umut en son tükenen şey. benim umudum da tükeniyor.


16 Ocak 2014 Perşembe

bitene kadar

hele bir sabah olsundu. hele bir gün ağarsın. belki kayıp gidecekti kadeh parmaklarının arasından. kadeh düşende, kalp de kırılır o an. ah canan! cam kesiği değil; can kesiğidir acıtan. paketi salladı. içinde bir uzun dal samsun daha kalmıştı. bunu da öldürmeli; ağırdan ağırdan ölmeli, dedi içinden. şehri ateşe verdi. tenekedeki ateş sönmeye yüz tutmuştu. şişeye göz dikti. son bir kadehi anca doldururdu. sakalına karışmış saçlarının arasında gezdirdi parmaklarını. geğirdi. şükür, dedi. günah işlerken bile imanlı olacak kadar sadıktı. köz karıştırdığı çubuğu alıp ateşi eşeledi. biraz alevlendirdikten sonra son kadehini doldurmaya koyuldu. tam başını kaldıracaktı ki; bir gölge kendisine yaklaştı: bahattin reis? he, benim. buyur reis. nereye kadar be oğlum? bahattin reis'in sorusu sanki boşlukta uçup gidivermişti. bir süre rüzgarı dinlediler. cevap gelmiyordu. bahattin reis gitmeye niyetlendiği sırada; cevap duyuldu: bitene kadar reis. ne bitene kadar oğlum!? ömür... yaşıyor musun ki? ölemiyorum reis; ölemediğime göre yaşıyorum herhalde. sigaradan derin bir nefes çekti. alevler şehri biraz daha tüketti. böyle olmasını hiç istemezdi. kim isterdi ki reis; kim isterdi ki? ay bulutların arasından kendini gösterdi. karanlığa gömülen sularda yakamozlar uçuştu. sakallarının arasından kaybolan dudaklarına götürdü kadehi. bir yudum daha aldı. bir şişe daha var mı reis? yok. hadi uyu artık. yarına iş çok. elimiz ekmek tutsun biraz. ellerine baktı. bu eller mi ekmek tutacak, diye düşündü. vücudu bir yük gibiydi artık. bulutların arasından çıkıp gelen ay'ı seyretti. o da oralarda mıydı şimdi? görüyor muydu kendisini? izliyor muydu? acıyor muydu haline? dünya'ya sövdü. sövgüsünü rüzgar aldı. belki tanrıya belki boşluğa götürüp bıraktı. bu gece sabaha erecek gibi değildi. bahattin reis; hadi ben yatıyorum, sen de içme artık şu zıkkımı. yarın erken kalkıcaz, deyip teknesine çekildi. reise karşın kendisi; küçük kayığın içinde 2 battaniye ile geceliyordu. bazen üşüyordu. bazen deniz onu beşikteki bir bebek gibi usul usul sallıyordu. dudaklarının ucundan; uyuyacağım reis. uyanmamak üzere uyuyacağım, döküldü. neden sonra gözlerini ateşe dikti. sarı alev, yüzünü aydınlatıyordu. yüz çizgileri o kadar derinleşmişti ki, normalden 10 yıl daha yaşlı görünüyordu. alnında, yüzünde; gözlerinin altında kırışıklıkların bini bi paraydı. sakalları uzamış; saçını hiç kesmemişti. üstelik o uzun saç da sevmiyordu. üzerindeki paltoyu ne zamandır giyiyor, kendi bile hatırlamıyordu. kayalıkların arasına vuran hafif dalgaların sesi bölüyordu sessizliği. sigarasından son nefesi de çekti. umarsızca ayağa kalktı. aklına şener şen'in eşkıya filminin sonu geldi. kollarını iki yana açtı. bulutlardan yol bulup parıldayan devasa ateş toplarına öyle kutsal anlamlar yükledi ki; tanrı olsa onları sadece kendine saklardı. yada o'na hediye olarak verirdi. yıldızların ışıklarını aradı suyun üzerinde. bahattin reis'le yaşıyordu. balıkçılıkta yardım da ediyordu. ama yüzme bilmiyordu. bir gün buna sevineceğini hayal bile edemezdi. uyuyacağım reis, uyuyacağım. öyle derin uyuyacağım ki, kaybolacağım. gecelediği kayığa gitti sallana sallana. kafası güzelleşmişti. ne diyordu şair; güzelleş be oğlum; şimdilik ölümüne kadar hayattasın. ne güzel demişti şair. şairler hep güzel söylüyordu. şairler hep haklıydı. kendini kayığın içine attı. kürekleri aldı. yavaşça uzaklara doğru kürek çekmeye başladı. elbette uzaklarında vardı bir bildiği. üzerindeki toprağın ölülerini diriltmişti bu akşam. hepsi onu çağırıyordu. bu davetin cazibesi; eski yunan efsaneleri'ndeki sirenler'den bile fazlaydı. kürek çeke çeke karanlığın içinde kayboldu. yüzme bilmiyordu. bir gün buna sevineceğini hayal bile edemezdi. uzaklar'a vardığına karar verince. ayağa kalktı. kollarını iki yana açtı. beni bekle, diye fısıldadı. birazdan ben de oradayım. beni affet allah'ım. eşhedüenlailaheillallahveeşhedüennamuhammedenabdûhuverasûlih. kendini karanlık sulara bıraktı. son nefes haresi de bir halka baloncuk olarak yükseldi ve suyun yüzeyinde serbest kaldı. refleks olarak çırpındı. nefes almak için ağzını açtı. su önce yutağı doldurdu. akciğere giden solunum kapakçıkları açıldı. sular ciğerlere hücum etti. önce sağ akciğeri patladı. acı dayanılmazdı. sonra sol paramparça oldu. acıdan ve oksijensizlikten bayılmak üzereydi. kan vücudun içine doluyordu. gözleri yuvalarında devrildi. kalp en geç anlayan organdı. en son o sustu. karanlığın ve sessizliğin içinde kayboldu. dibe geldiğini hiç hissedemedi. suskun gece, sabaha ermeyecek gibiydi zaten. ermedi. bulutların arasına yükseleceğini hayal etmişti. reis gördüğü kabustan uyandı. teknesinin küçük penceresinden kulübeyi kontrol etti. teknede ateş hala yanıyordu. gene şarap almaya mı gitti bu hıyar?! nereye kadar be oğlum? nereye kadar?! bitene kadar reis; ömür bitene kadar...

14 Ocak 2014 Salı

kıl dönmesi

bilenler bilir. erkeklerin başındaki sayısız illetten biridir kıl dönmesi. ulan bende de tam kuyruk sokumunda çıktı. ben de ilk başlarda çok da iplemedim. lan, dedim; sivilcedir geçer, dedim. ama yemedi. hayır, bi de utanıyosun doktora gitmeye de. ne diyeceksin ki olm? götümde kıl döndü, mü diyeceksin? ben de ilk başlarda çok doktora gitme taraftarı değildim. sonra baktım kaşınmaya başladı iyice. ulan güzel bi kızla kesişiyorsun mesela; hop götünü kaşı. dolmuşta gidiyorum örneğin; zaten ayaktayız. milletle akraba olduk, olucaz. hop götü kaşı. bir de kanamaya başladı ufak ufak moruk. o zaman kararımı verdim. sikilmiş götün davası olmazdı sonuçta. bir heves gittim doktora. sıyırdım donu. hocam, dedim. aha göt. bundan gayrı sana emanet. tövbe de çocuğum; falan. akşama doktorla yatsıdayız. tabi ki böyle bir şey olmasını isterdim. ama olay farklı gelişti. şöyle bi iki baktı. sağa sola kıvırdım falan. ameliyat, dedi. hocam, dedim; naptın? mecbur alıcaz. ne zaman? en kısa zamanda olman gerek. istersen bu perşembe'ye gün vereyim; ol kurtul. olurdu olmazdı derken, adam kitledi bana perşembe'yi amınakoyim. yarın gel, tatlillerini ol, git, dedi. tamam hocam. boynu bükük, götü açık çıktım kapıdan. gittim anneme babama utana sıkıla anlattım durumu. tamam dediler. babam ertesi akşam tüy dökücü alıp gelmiş. sıyırdım gene donu. ameliyat bölgesini arındırdık. daha doğrusu biz öyle sanıyorduk. babam; milli parkın ortasındaki kamp alanı gibi avuç içi kadar yeri sıyırmış atmış. ben de bilmiyorum ki çapını, çevresini, pi'yi 3 mü alıcaz napıcaz... ertesi gün tahlile gittim. 7 tüp kan aldılar usta. en son bayıldım. adam hortumu dayamış çekiyor sanki amınakoyim. azıcık yavaş çek, it! gözümü bi açtım; pala bıyıklı bi adam benim bacakları tutmuş; havaya kaldırmış, bekliyor. dayı, dedim. napıyon sen? beynine gan gitsin yiğen, gan, dedi. dayı bırak! doktor dut dedi. dayı, iyiyim ben, bırak tamam. zorla aldım bacakları dayıdan. sonra bir iki ıvır zıvırı da hallettikten sonra tahlil işi bitti. doktorun yanına çıktım sonuçlarla. çarşamba akşamı saat 12'den itibaren bişi yiyip içmiyorsun, dedi. tamam, dedim. çarşamba 11:58'de son suyumu içtim. biraz nette takıldıktan sonra; sabah ameliyata girecek olmanın korkusuyla (ki bu tam anlamıyla ''göt korkusu''ydu. eksiksiz.) uyudum. sabahın 7'inde tabakhaneye bok yetiştiriyormuşuz gibi uçtuk hastaneye. bileğimde ameliyat bilekliği. adamın biri aldı beni; soyundum. ameliyat kıyafetini giydim saat 9 gibi. annem bi yandan ağlıyor. annem her şeye ağlıyor. gerçi benim de ağlamam gerekti. götümü kesecekler lan! boru mu? adam aldı jileti, dön dedi. dayı, dedim; uyuşturmuycan mı? dur la daha, dedi. babamın yarım bıraktığı kamp alanında yeni bir imar alanı açarak genişletme çalışması yaptı adam. sonra bir de cesaret iğnesi vurdu. o iğneyi anlamıyorum; ne ki o? neyin cesareti amınakoyim? daha sonra ameliyathaneye götürülmek üzere sedyeye alındım. ulan ilk defa o kapıdan giricem. çok merak ediyordum ne var içeride diye. annem bi daha başladı ağlamaya. onlara veda edip; o iki kanat cam kapıdan geçtim. odaya geldik. aletleri görünce soğuk duş etkisi yaşadım zaten. ulan bunlar benim götümde fink atıcak öyle mi? bi tane hanım hanımcık hemşire geldi. omriliğimden iğne vurdu lan. bildiğin lokal anestezi. bi temizlikçi herif geldi. adam sordukça soruyor. dayı diyorum, biliyorum; vücudum uyuşana kadar dostluğumuz. napıcan sen okuyup okumadığımı, nereli olduğumu. derken zaten gitti benim alt taraf. yatırdılar beni. bi adam geldi. sağ elimi aldı. iki parmağını birleştirip; elimin üstüne doğru 2 kez vurdu. serum iğnesi takacak. o iğne de bir kalın amınakoyim. bi de yanlış yere taktı ilk. delik deşik etti. acıdan zıplıycam ama belden aşağım yok. sövemiyorum da. içimde uktedir; şimdi buradan söveyim bari. senin ben ta züriyetini sikeyim doktor gibi. ohh. neyse; perdeyi çektiler omuzlarıma kadar. hocam, dedim. kolay gelsin; ben uyusam sakıncası olur mu? yok valla, çok da güzel olur, dedi. iyi dedim. ulan baktım şöyle güleç de bi yüzü var adamın. ameliyat sırasında uyudum. sonra yarma gibi bir hemşire uyandırdı. hani şu cem yılmaz'ın bahsettiği; bıyıklara badem yağı sürülenlerden. geçmiş olsun. saolun, ehi. daha sonra beni odaya aldılar. götüme hortum sokmuşlar. kirli kan akıyormuş. ulan bir de tendürdüyotu bol mu buldu ne doktor. bocalamış üstüme. aldılar beni yatağa; ben de şöyle bi alt takıma baktım. ulan karambolde onlar da gitmesin diye. şimdi o kadar tendürdüyot beklemediğim için; ulan diyorum hissetmiyorum da, işedim mi acaba? kokacak şimdi amınakoyim, falan diye geçiyor içimden. meğer alayı tentürdüyotmuş. o gece öylece geçti. tuvalete gidiyorum babam arkamdan geliyor; götüme sokulan hortumu taşıyor. hayır bir de büyüğü nasıl yapıcam diye düşünüyorum. hadi hastahane alafranga. ev? ev alaturka. hastahanede ertesi gün yemek geldi. bezelye yemeğinden tut tatlısına kadar. ben de bana geldi sandım. meğer ziyaretçiye imiş o. bana? bana bi paket meyva suyu. 3 tatlı 2 tuzlu bisküvi. sıçmiyim diye vermiyorlarmış. lan, bundan sonraki hayatımı besinleri özümseyerek geçirmeyeceğim heralde. birgün haberlere çıkıp; ''diğer insanlar gibi sıçmayı özledim'' demek istemiyorum. o gün de bi adam geldi yanımdaki yatağa. adam ''ben'' aldırmış abi. refakatçisi? güzel mi güzel bi kız. amınakoyim, böyle bahtın dedim ya. annem zaten direk muhabbeti kurdu. bense götüme hortum sokulmuş halde yatıyorum. ulan o saatte ne konuşabilirsin ki kızla. götü de dönemiyorum. hortum zorluyor. kafamı çevirdim yattım bütün gün. akşama kasılı kalmış kafa. dönmüyor amınakoyim. bi de onunla uğraştık. sabah çıkacağız artık hastahaneden. hasta bakıcı geldi sabah. hortumu söktü. dikişleri kontrol etti. pansumanı yeniledi. kim attı bu dikişi, dedi. doktorun ismini verdim. valla bu dikiş zor sökülür, dedi. kanaviçe mi lan bu? iğne oyası mı amınakoyim. zor sökülürmüş. giderayak taşağını da geçti. asıl şoku; ameliyat raporunu alınca okudum. abi 15 cm. uzunluk; 8 cm. derinlik, 3 cm. genişlik boyutunda bi et parçasını almış. yani götün bi lobunu almış; diğerini ikiye bölmüş; kullan demiş bana. pasta dilimi lan resmen. giden gitmiştir; gittiği gün bitmiştir deyip, eve doğru yola koyulduk. 2 güne bir acile pansumana gidicem. ulan 15 gün yüzüstü yattım. ilk acile gittiğimde oradaki doktor da bu dikişi kim attı, dedi. abi, dedim lütfen. yanlış anlama, dedi. dikiş gerçekten profesörlerin atabileceği bir dikiş. meğer adam hep açık atılan dikişi; bende kapalı atmış. o dilim ancak öyle kapanırdı zaten. eve geldiğim ilk gün sandalyede oturmuştum. o günden beri kestaneyi çizdirdin mi hacıığğ, esprilerine uyuzum.